SULTAN ABDULHAMİD’İN BÜYÜK DEHASI

   Muzaffer Taşyürek

  

   Osmanlı Tarihinde polemik konusu yapılan en büyük şahsiyetlerden biri, şüphesiz II. Abdülhamid Han’dır.

   Ancak, O’nun ne büyük bir vatanperver olduğunu; 33 yıllık hükümdarlığı döneminde vatanı korumak için ne büyük mücadeleler verdiğini artık sağduyu sahibi herkes kabul etmektedir.

   Dağılma döneminde bulunan devleti korumak için uyguladığı yöntemler, birer siyasî deha örneğidir ve bugün için bile hayranlık uyandırmaktadır.

   İşte derslerle dolu bir örnek:

   Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu görebilen Sultan, ülke topraklarının hiç olmazsa stratejik ve ekonomik açıdan önemli olan bir kısmını kurtarmak için dahiyane bir strateji geliştirmişti.

   Otuzüç yıllık saltanatı süresince; doğrudan satın alıp geliştirerek, boş arazileri tarıma açıp sahiplenmeye uygun yasalardan yararlanarak, miras yoluyla Anadolu, Filistin, Suriye, Irak, Yunanistan, Arnavutluk, Bingazi (Libya) ve Kıbrıs’ta geniş çaplı emlak ve sayısız işletmeyi uhdesine geçirdi. Öyle ki, Suriye’deki en verimli toprakların 1/3’ü (üç milyon dönüm), Filistin’deki ekilebilir toprakların 1/7’si (1.036.000 dönüm), Irak’ın o tarihteki petrol yataklarının en zenginlerini özel mülkiyet haline getirdi.

   Abdülhamid Han’ın sahibi olduğu petrol yataklarının sadece işletmeye açılan bölümünden Uluslar Petrol Grubu yılda 4 milyon ton petrol üretiyordu. Abdülhamid Han’ın Avrupa, Asya ve Afrika’ya yayılan emlakı üzerinde çiftlikler, rıhtım ve liman tesisleri, değirmenler, zeytinlikler, narenciye bahçeleri, sedir ormanları, ipek üretim merkezleri, otlaklar, evler, dükkanlar, madenler, petrol kuyuları yanında halen çıkartılmayan petrol, maden ve kömür rezervleri vardı.

   Abdülhamid Han, bu sayısız mülk ve işletmeden gelen şahsi gelirleriyle mevcuda ek olarak yeni kuyular, tarım alanları açtırıyordu.

   Liman tesisleri de yaptıran Sultan, kendi parasıyla geliştirdiği petrol alanlarına 200 bin İngiliz lirası harcamıştı.

   İttihatçılar, iktidar hırsı ve siyasetin çirkin oyunlarıyla gerçekleştirdikleri 31 Mart darbesi ile 1909’da Sultan’ı tahttan indirdiklerinde, onun bu inanılmaz serveti haksız ve yasa dışı yollarla elde ettiğine inanıyorlardı. Bu düşünceyle ülke çapında yaptıkları duyurularla zarar gören ve malları gasb (!) edilen herkesin Sâbık Sultan aleyhine dava açabileceğini ilan ettiler. Ama bütün beklentilere rağmen tek bir davacı çıkmadı.

   Abdülhamid Han, büyük bir ihtiyatla ileride ülkenin başına gelebilecek olaylara karşı zamanın en iyi hukukçularından, iktisat ve emlak uzmanlarından oluşturduğu bir kurul yardımıyla, mülkünü diğer sultanların yaptığı gibi hükümdarlık makamına bağlı olarak “Hazine-i Hümayun”a değil, kendi adına, yani “Hazine-i Hassa”ye kişisel emlak olarak kaydettirmişti. Yani bir anlamda özelleştirmişti.

   1908 askerî darbesinden sonra İttihatçılar, Abdülhamid’e baskı yaparak özel mülkün bir kısmını devlet hazinesine aktarmışlardı.

   1909’da tahttan indirilen Sultan’ın yerine V. Mehmed Reşad padişah olunca, yeni padişahtan alınan ikinci bir irade-i seniyye ile Abdülhamid Han’ın geri kalan özel mülkü “devletleştirdi”. Yapılan işler ne Meclis-i Mebusan kararı ile, ne de hukuken gerekli Defter-i Hakanî Muamelesi mevzuatına uygun değildi. Darbecilerin yaptıkları tüm işlemler bir siyasal baskı ve idarî el koyma eylemiydi!

   İttihatçıların tamtakır imparatorluk hazinesini nefret ettikleri bir devlet adamının serveti ile zenginleştirmek için giriştikleri bu basiretsiz hareket, yakın tarihimizin en büyük talihsizliklerinden biri olmuştur.

   Talihsizlik sadece bu efsanevî servetten yararlanma imkanını yitiren mirasçılar açısından değildir. Daha da önemlisi geleceğin, yani bugünün Türkiyesi’nin Ortadoğu politikasını etkilemesi açısından da önemlidir.

   Çünkü devletleştirilen bütün özel emlak, Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkınca, imparatorluktan ayrılıp bağımsız devletler kuran milletlere “devlet malı” olarak devredildi.

   Abdülhamid Han’ın dillere destan mülkünün çoğu, savaş sonrasında Misak-ı Millî sınırları dışında kaldı.

   Her ne kadar 1920 yılında çıkarılan bir üçüncü padişahlık iradesi ile bu büyük ihanet ve gaflet telafi edilmeye, bu değerli topraklar kurtarılmaya çalışıldıysa da artık iş işten geçmişti.

   Belgeler ile ortaya konan bu gerçekler, İttihatçılar’ın iktidar hırsıyla ülkeye ne kadar büyük zararlar verdiğini göstermektedir. Bu gaflet, ne yazık ki Cumhuriyet döneminde de telafi edilememiştir. Abdülhamid Han’ın siyasetinin de ne kadar isabetli olduğu anlaşılmıştır.

   1923 Lozan Antlaşması tüm taraflara devredilen özel mülk üzerinde kişisel hakların baki kalacağı güvencesini vermişti. Gerek Abdülhamid Han’ın mirasçıları, gerek Türkiye bu hükme dayanarak sultanın mülkünden yararlanmak istedilerse de artık iş işten geçmişti.

   Yeni cumhuriyetin temsilcileri, 1924’te Osmanlı Hanedanını yurt dışına gönderip, onlardan kalan malları da devletleştirince, Lozan’da öngörülen hükümlerle ters düştü.

   Daha sonra yapılan işlemin hata olduğu, Osmanoğulları’nın kalan emlakının siyasî arenadaki önemi anlaşıldığında, Türkiye devletinin verdiği hukukî mücadele artık önemini kaybetmiş, Türk milleti büyük bir zarara uğratılmıştı.

   Lozan görüşmeleri sırasında Türk Delegasyonu, Abdülhamid’in en büyük hissedarı olduğu Türk Petrol Şirketi’nden Türkiye hükümeti adına pay istediyse de, İngilizler, İttihatçılar’ın büyük gafletiyle devletleştirdikleri petrol alanlarında ne Abdülhamid’in varislerinin ne de Türkiye’nin bir hakkı olmadığını belirterek hiç bir pay vermediler.

   Abdülhamid Han’ın mal varlığı içerisinde bulunan Irak petrolleri, Suriye, Filistin ve Kıbrıs’taki taşınmazlar İngiliz ve Fransız mandası altındaki bölgelerde kalmıştı. Gerek zamanın bu iki süper gücü, gerekse onlara bağımlı olan ülke hükümetleri, Abdülhamid Han’ın varislerinin açtıkları davaların kazanılmaması için en kirli ve çirkin oyunları oynadılar. 1946 yılında Abdülhamid Han’ın servetinin değeri, yıllık olarak en az bir milyar İngiliz lirası olarak hesap edilmişti.

   İttihatçıların darbeler, siyasi entrikalarla Osmanlı Devleti’ne verdikleri zararlar sadece anlatıldığı şekilde ekonomik açıdan olmamıştır, Birinci Dünya Savaşı’na girişimiz ve yenilişimizin vebali de onlara aittir.

   Osmanlı düşmanı olmak kolay ama, devlet adamı olmak zor. Silah gücüyle iktidarı ele geçiren ve padişah üzerinde baskı kuran İttihatçı zihniyet, ülkeyi batırırken, “vatanı kurtarıyoruz” diye haykırıyordu.

Semerkand dergisi:şubat 2000